Kendine Ait Bir Roma
- seguner
- 11 Ağu 2022
- 3 dakikada okunur
Cemal Kafadar - Metis

Önce Söz Vardı
Kelimelerle, onları ifade ettiklerini varsaydığımız şeyler arasında son derece tekinsiz bir ilişki var. Dilimizin olguları ve algıları mümkün olduğunca net, açık ve sabit şekilde tanımlamasını isteriz ama ne yazık ki bu her zaman mümkün olmuyor.
Bazılarına göre bu hiçbir zaman mümkün değil. İlginç bir düşünce: Foucault'nun öne sürdüğü "heterotopia" kavramı tam olarak bununla, yani dilin gerçekliği karşılayabilme yeteneğiyle ilgilidir. "Kelimeler ve Şeyler" adlı eserinde "heterotopia"ların "dilin var olabilirliğine kaynağında karşı çıktığını" iddia eder.

Michel Foucault
İlk etapta bunda şaşırtıcı bir şey yok. Gitgide bilimsel olarak kabul gören zaten bizim algıladığımız gerçeklikle "gerçek gerçeklik" arasında uçurumlar olduğu (The Case Against Reality, Donald D. Hoffmann). Platon da mağara metaforuyla bunu söylüyor. Bu uçurum neden gerçeklikle dil arasında da olmasın?
Bu şoka neden olan en önemli etken belki dile atfettiğimiz kutsallık. Tevrat'ın ilk kitabı Tekvin "Önce söz vardı" diye başlıyor mesela. Yani yaratılışın ön şartı olan söz: "Ol" emri. Elbette tanrısal sözün kusursuz olacağını ve gerçeklik tam olarak ne ise onu karşılayacağını varsayabiliriz.
Kur'an-ı Kerim'de ise beni çok düşündürmüş olan birkaç ayet bu söz meselesiyle ilgili: Bakara Suresi'nin 30-33. ayetlerine bakalım (Abdülkadir Gölpınarlı meali):
"30. Hani Rabbin meleklere, ben yeryüzünde mutlaka bir halife yaratacağım demişti. Demişlerdi ki: Orada bozgunculuk edecek ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? Biz, sana hamd ederek noksan sıfatlardan arılığını söylemede, seni kutlamadayız ya; ben, sizin bilmediğinizi bilirim demişti.
31. Âdem'e bütün adları bildirmişti de meleklere o adlarla anılan şeyleri gösterip hadi demişti, doğrucuysanız bunların adlarını haber verin.
32. Demişlerdi ki: Noksan sıfatlardan seni arı biliriz, bize bildirdiğin şeylerden başka bilgimiz yok. Şüphe yok ki sen, her şeyi bilirsin, hüküm ve hikmet sahibisin.
33. Demişti ki: Ey Âdem onlara, yaratıkları adlarıyla haber ver, Âdem, her şeyi adlı adınca haber verince demişti ki: Ben size demedim mi, göklerdeki gizli şeyleri de bilirim, yeryüzünde ki gizli şeyleri de. Açığa vurduğunuzu da bilirim, gizlediğinizi de."
Adem'i meleklere üstün kılan, halife yapan özellik, onun her şeyi "adlı adınca" söyleyebilmesidir. Yani, Umberto Eco'nun iddia ettiği Babil öncesi kusursuz bir dil.

Umberto Eco kendi Babil Kulesi'nin önünde
Dil, tarih, coğrafya
Tarih yazarının karşılaştığı en önemli sorunlardan biri işte bu dil mevzusu. Herhangi bir konuda derinlemesine bilgi kazandıkça, o bilgiyi kazanmaya yarayan dilin ve terminolojinin yetersizliği ve kusursuz dil ihtiyacı daha belirgin şekilde ortaya çıkıyor.
Bu eksiklik en fazla, geniş kabul görmüş, harcıalemleşmiş, sloganlaşmış, banalize ve vülgarize olmuş sözlerde göze çarpıyor.
Bunun nedeni, herhangi bir ad ile onun tanımlamak iddiasında olduğu olgu arasındaki ilişkiyi belirleyen etmenlerin çok ve çeşitli olması. Tarihi, herhangi verili bir anında tamamen statik saysak dahi, bu ilişkiyi belirleyen sosyal, ekonomik, psikolojik faktörleri yok sayamıyoruz.
İşin içine zaman faktörünü kattığımızda ise ikinci dereceden bir denklemle karşılaşıyoruz çünkü değişen zaman bu ilişkiyi belirleyen sosyal, ekonomik ve psikolojik faktörleri de dönüştürüyor. Onlar da ilişkiyi dönüştürüyor.
Buna bir katman daha ilave edip baktığımızda, yani tarihsel süreç sonucunda ortaya çıkmış terminolojiyi tarihin farklı bir dilimine uyguladığımızda çoğu zaman çok büyük hatalara düşüyoruz (Çoğu zaman, çünkü nadir de olsa bütün bu faktörlerin birbirini sönümlediği durumlar da olası ama bu başka bir mevzu.)
Roma neresi?
Romanya tarihi çalışan biri olarak bu soruyu kendime sormam çok uzun sürmedi. Elbette Roma şehrini ve Roma İmparatorluğu'nu biliyordum. Buna ek olarak Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu'na dair de fikrim vardı. Osmanlı'nın Rumeli topraklarına Ortaçağ haritalarında "Romania" dendiğini de görüyordum. Ama nasıl olmuştu da Romanya kendine bu adı yakıştırmıştı? (Bu sorunun cevabı başka bir yazının konusu olsun.)

Roma'nın başa bela olmasının nedeni en başta geride bıraktığı parlak miras. Kafadar'ın da bu kitapta örneklerini verdiği gibi herkes o mirası paylaşmaya (veya belki başkasıyla paylaşmamaya) çalışıyor. Ama bu işin sadece bir yönü. İş nihayet dönüp dolaşıp tüm kimlik meselelerininin düğümlendiği noktaya geliyor:
Senin kendini nasıl tanımladığın kadar, hatta belki daha fazla, başkalarının seni nasıl tanımladığı önemli.
Yazar burada "Rum", "Rumî" gibi ifadelerin yapıbozumunu yapıyor ama elbette mesele sadece bu sözcüklerle sınırlı değil. Tarih yazımında eğer her adımı doğru atmak istiyorsanız kullandığınız her kelimeye, ama özellikle tedavülde en fazla kullanılana özel dikkat göstermek mecburiyeti var. Mesela "Türk" kelimesi, "Türkiye", "Anadolu" gibi kelimelerin zaman içinde yaşadığı anlam kaymaları en başta bahsettiğim "heterotopia"yı çok güzel örnekliyor.
Yani bir Babil diyaloğu: Muhavere-i Tebabüliye.
Rum ve Rumî için işte bu muğlak coğrafya ve elbette onunla hiçbir zaman bire bir örtüşmeyen kimlik, bu geçirgenlik ve geçişkenlik, modern kafalarımızın her şeyi sınırların ve kategorilerin içine sokamayacağını da gösteriyor. Tartışmanın en akışkan ve en amorf kavramlar olan mekan ve kimliğin muhayyilesiyle ilgili olduğunu da unutmamak gerekir.
Ne yapmalı?
Bu kitap bence her şeyden önce tarih yazımı teorisine ilişkin bir kitap. Başta Roma, Rum, Rumî gibi kavramların tarihsel izlekleri üzerinden tarih yazıcının aklından çıkarmaması gereken kriterleri belirliyor.
Yani kavramların oluşturduğu düşünsel zeminin kaygan olduğunu hiç unutmamak gerekiyor. Tarihçinin ayağını yere sağlam basabilmesi için ele aldığı tarihsel terminolojinin izleğini iyi çalışması ve verili bir anda doğru terminolojiyi tespit edebilmesi oldukça önemli.
Çünkü tarih yazımı çok büyük oranda ulusal ama hiç de azımsanmayacak oranda ideolojik kimlikler ve bu kimliklerin yarattığı kabuller üzerinden tedavül görüyor. Terminolojiye gerekli hassasiyet gösterilmezse bu tuzağa düşme riski var.
"Halife" olmanın yolu şeyleri "adlı adınca" söyleyebilmekten geçiyor.

Yorumlar